Mürdüm teyze

Pyrmont’da herhangi bir cafe ama şimdilik biz ona Cafe Müller diyelim. Sakinlerinin sevdiği, sakin bir mekan. Kuchenları güzel, kahveleri güzel, atmosferi güzel. Her gelen baristayı tanıyor ya da tanırmış gibi davranıyor.

“Günaydın Christian, bana bir cortado lütfen”

“Çoluk çocuk iyi mi Christian? Bir duble espresso alabilir miyim?”

“Geçen gün yediğim Käsekuchen enfesti Christian. Bugün var mı?”

Christian’la aynı liseye gitmişiz gibi selamlaşıp cam kenarındaki masaya yerleşiyorum. Derken içeri yaşlı bir teyze giriyor. Christian’ı selamladıktan sonra teklifsizce masama oturuyor. Bütün yaşlı teyzeler gibi meraklı. İstekli olup olmadığıma aldırış etmeden beni soru yağmuruna tutuyor. “Neden senin başın kapalı? Ne zamandır baş örtüsü takıyorsun?” Sorular Cafe Müller’de çınlıyor. Gençlerden bazıları utanarak başlarını öne eğiyorlar. Birisi, bu patavatsızlığa müdahale edecek oluyor, başımla durduruyorum – herşey kontrol altında. Teyzeye dönüp bunun kendi seçimim ve inancım olduğunu söylüyorum. Bu hamleden sonrası kritik. Ya polemiğe gireceğiz ya da sohbet barışçıl bir tonla devam edecek.  Teyze, benim rahatlığımdan hoşnut; kendini daha bir rahat hissediyor. “Sorularım bazılarına patavatsız geliyor ama özrüm yaşlılık. Çok unutuyorum ve çok merak ediyorum. Herşeyi sorma ihtiyacı duyuyorum. Bazen düşünüyorum, utanır mı? Merakımı yatıştırmak ağır basıyor her seferinde. Kendimi tutacak değilim. İstemeyen cevaplamaz.” Nefesini tutmuş gençler derin bir soluk alıyorlar.

Niyet önemli! Önce onu anlamak lazım. Zamanla öğrendim bunu. Dikenli kirpi olup sürekli savunma modunda beklemek beni de yoruyor. Bir kez bıraktım ve rahatladım artık.

Teyzenin saçlarının yarısı beyaz, yarısı mürdüm rengi. Ya özel bir tasarımcıyla çalışıyor, ya da boyarken yarısını unutmuş. Boyanız mı bitti diye sormuyorum; genç olduğum için aynı rahatlıkta olmam hoş karşılanmaz. Derin sohbet ihtiyacında değilim, kafamı laptopa gömüyorum. “Çalışmanı bölüyorum değil mi?” diye soruyor. “Az biraz çalışmayı istiyordum ama önemli değil” diyorum. Zalando’dan ayakkabı bakmak bekleyebilir. Israrla ara vermemi bekliyor; kafamı çevirir çevirmez başlıyor anlatmaya.

36’lıymış ve hayatı boyunca hep Pyrmont’da yaşamış. İki oğlu varmış. Birini kaybetmiş 2010’da. Eli titreyerek cebinden bir fotoğraf çıkartıyor. İnce bıyıklı, 70lerden kalma bir adam gözlerimin içine bakıyor. Gözler ruhun aynası demiyorlar boşuna; ruhu ruhumu görüyor fotoğraftan. Mürdüm teyzeye fotoğrafı geri uzatıyorum; bakıyorum gözlerinden incecik yaşlar süzülüyor. Diğer oğlu boşanmış; onun yanına tanışması için ısrar ediyormuş ama kim gidermiş bu saatten sonra Hannover’e? “Hem iki kedisi var onun” diyor, “tüy yutarım falan”. Bu saatten sonra tüy yutsan ne oluyor, diye geçiriyorum. Kendi gaddarlığım şok ediyor beni. Doktorlar D vitaminini eksik bulmuşlar. Verdiği kapsülleri kırıp ekmeğinin üzerine yağ niyetine sürüyormuş sabahları. Bunu dedikten sonra uyuyakalıyor. Şaka mı gerçek mi anlamıyorum; gençlerden biri kaş gözle “normal” diyor. Uykusu çok sürmüyor; uyandığında ölen oğlundan bahsetmeye devam ediyor. Kurklinik’in sahibinin yeğeniymiş. Amcası işleri ona devretmiş, ancak o dönemler işler o kadar kötüye gitmiş, o kadar kötüye gitmiş ki delikanlı kaldıramamış. “Dayanamadı” diyor, büyük bir günah işlenmiş gibi sesini kısıyor, kulağıma fısıldıyor, “canına kıydı.” “Çok karanlık günlerdi” diyor, acısını omuzlarımda hissediyorum. Nasıl bir teselli verebilirim ki ben Mürdüm Teyze’ye? “Zaman herşeyin ilacı” desem, Pyrmont’da zaman akmıyor ki!

 

 

 

 

 

Leave a comment